Bir süre araba ile yaşayıp, kısa bir zaman için de olsa,
arabasız kalmak ciddi bir zorluk gibi geliyor insana.
Benim emektarın yıllık bakıma ihtiyacı var ya da ben öyle
olduğunu düşünüyorum.
Tanıdığım bir usta yok.
Bir şekilde kazıklayacaklar beni, biliyorum.
Bari düzgün yağ koysunlar, iyi bir balata markası
kullansınlar gibi hassasiyetler üzerinde çalışıyorum.
Bir tamirci atölyesi seçiyorum; Özgür Usta.
Ustanın adı güzel!
****
Ulus’a gitmem lazım.
Güvercinlerin yemi azalmış.
Haftaya Kızılcahamam’da Kongre’ye katılmalıyım,
Ulus’a gidemem, aç kalır biçareler.
Dolmuştayım.
Dolmuş ve Ulus adları yanyana geldiğinde, bağımsız bir
gözlemci için (yaşamda kendime biçtiğim rol bu!), paha biçilmez bir olgu
zenginliği ortaya çıkıyor.
İki kişi biniyor Büyük Doğum’a (Zekai Tahir Burak) yakın bir
yerden, biri genç biri orta yaşlı, genç olan arkada boş bir yere oturuyor, orta
yaşlı olan öne.
Dolmuşa binildiğinde para vermek ya da uzatmak lazım!
Bunlardan tık yok.
Bir zaman sonra şoför, ‘sizin borcunuz da 5.5’ diyor.
‘Tamam’ diyor orta yaşlı olan ama son durak geldiğinde
hiçbir reaksiyon yok!
Belki paraları yok, belki de öndeki arkadakinden arkadaki de
öndekinden bekliyor.
Altın fiyatları biraz düşmüş.
Birkaç çeyrek alsam fena olmaz.
Düğünler, doğumlar falan oldu/olacak yaz boyu.
‘Abi eski tarihliler iki lira ucuz ama kalmadı’, diyor
kuyumcu.
‘Yenisinden ver’ diyorum.
‘Nasıl işler, altın düştü belki biraz işleriniz açılmıştır’
diye soruyorum.
‘Evet, biraz faydası oldu ama fiyatlar yükselir’ diyor.
Fiyatların sadece düşmesi değil, biraz değişkenlik taşıması
altına olan talebi artırıyormuş.
Yem almaya gelmişken Ulus Hal’e uğrayıp taze balık ve
sebze-meyve de almak iyi olur.
Alabalık 10 lira, iyi, yerli somon 18 lira, pahalı.
Ulus burası, biraz pazarlık marjı daima var.
‘Alabalık ver bana, 15’den de somonu say’ diyorum.
Tipime bakıyor, giysilerime falan, muhtemelen ‘zaten alacak’
diye geçiriyor içinden, ‘olmaz’ diyor; ‘somonun gelişi 16 lira!’
Hay bin kunduz diyorum, esnaf olmak için yalancı olmak şart
mı?
Hemen hiçbir esnaf % 50’den aşağı karla ürün satmaz!
Balıkçının adı Dalyan, sahipleri ve çalışanları muhtemelen Haymanalı
Kürt.
Kasadaki genç adam telefondan bir video izliyor, sesini
duyuyorum, Deniz Gezmiş’in mahkemedeki sözleri yankılanıyor; ‘yaşasın tam
bağımsız Türkiye’ diye bitiyor.
Seviniyorum, balığı buradan aldığıma.
Balık temizleyen çalışan temizlediği balıkları poşete
koyarken gözü çıkışta bırakacağım bahşişte.
Öyle bir takip ki bu, niyetli olmayanın bile cebinden birkaç
lira çıkartır!
Parmak büyüklüğünde kara dutlar var, biraz da dut alsam, acaba
tadı nasıl, Renas yer mi?
‘Bunlar tatlı mı’ diye soruyorum satıcıya.
‘Yok abi biraz mayhoş, ilaçlı bunlar’ diyor.
Yani hormonlu, ‘neyse ver diyorum yarım kilo.’
Mantarlar var, onlardan da alayım.
Satıcı, etrafından dolanıyor tezgahın, ezikten, çürükten,
beklemişten koyuyor poşete.
Zira, karşısındaki bu tür meseleler için çekişme çıkaracak
amca ve teyzelere benzemiyor!
Evet, değil ama öylece ‘kandırılmak’ da ağırıma gidiyor; ‘hep
kötülerden koydun, görmediğimi sanma, sadece seninle uğraşasım yok’ deyip
ayrılıyorum oradan!
Ulus’ta her işin bir erbabı var.
Kuş malzemeleri ve yemleri satan emektar bir dükkan, Hal’in
karşısındaki evcil hayvan pazarının ikinci katında.
‘Hoşgeldiniz’ diyor bana, muhabbetimiz var.
Aspir, burçak, kırık mısır, kardi, kırık pirinç, buğday,
mineralli taşlar, kalsiyum tozları, keçe vs. alıyorum.
Gençten bir adam bakıyor ve ‘neye alıyorsun bunları’ diye
soruyor.
‘Güvercinlere’ diyorum.
‘Ne şanslı güvercinlermiş’ diyor, ‘başka neyimiz var ki’
diyorum!
Kanarya besliyormuş.
Eşi, ‘çocuklara bakmıyorsun bunlara bakıyorsun’ diyormuş.
Çocuklar da ‘ bizi değil bunları seviyorsun’ diye sitem
ediyormuş.
Çelişki ağır ve benim için de tanıdık!
Dükkan sahibi yaman çelişkiyi çözüyor; ‘hepsinin sevgisi de
ilgisi de ayrı ayrı!’
‘Saksağanlar’, diyorum, ‘nasıl kurtuluruz bu mendebur
hayvanlardan?’
‘Abi onlardan kurtulamazsın, kafesteki kanaryanın kafasını
koparacak kadar akılılar’ diyor kanarya sever.
‘Havalı tüfek’ işe yaramaz mı diye soruyorum.
‘Havalı da olur saçmalı da’ diyor.
Kentin ortasında saçmalı kullanmak mümkün değil!
Havalı bir tüfek bakmak lazım!
Dönüş için Bentderesi’ne inmek lazım.
Ankara Kalesi’nin altı.
Mamak dolmuşları oradan kalkıyor.
Eskiden genelevler vardı burada, genelevlerin yıkıntıları
kaldırılıp geriye kalan arazi SİT alanı olarak çevrelenmiş durumda.
Dolmuşta yer var, çığırtkanlık yapan emektar dayı ‘Mamak,
Kayaş, Otoban’ diye bir mani tutturmuş, araba doluncaya kadar bağırıyor.
Önümde genç bir çift oturuyor.
Erkeğin saçlarında bir tek beyaz yok, sakalı ve bıyığı var.
Kadın daha genç, başörtülü.
Yoksul görünümlüler.
Kucaklarında yaşları 2-3 ve 1-2 dolayında olan iki erkek
çocukları var.
Büyük çocuk sıkılmış, yerinde durmuyor, adam bir kötekle
çocuğu zapt etmeyi deniyor.
O anda içeri orta yaşın üzerinde iki kadın giriyor.
Kadınlardan biri, ‘neden vuruyorsun çocuğa’ diye çıkışıyor.
Adam agresif, ‘çocuk benim de-el mi’ diye yanıtlıyor.
(Ben gözlemciyim, iş ahalinin birbirine girmesine varmadıkça
bir şey yapacağım yok!)
Kadın ısrarlı, olabildiğince nazikçe, ‘yapma bak böyle,
çocuk dövülmez’ falan diyor.
Adamın agresifliği geçiyor ama yaptığının yanlışlığına ikna
olmuş değil; ‘ne yapayım, her köşede bir tinerci, bir berduş var, vurmayayım da
onlar gibi mi olsun çocuk’ diyor.
Önden bir teyze, ‘işte vurduğun için tinerci olurlar, hep
sevgisizlikten’ diyor.
İlk çıkışan kadın ısrarla üzerine gidiyor adamın, ama öyle
kabaca değil, didaktik bir söylemi var kadının, nedeni biraz sonra anlaşılıyor;
‘bak öğretmenim ben’ diyor, ‘böyle davranarak yetiştirdiğin çocuklarla
uğraşıyorum, yapma, şiddet uyguladığın çocuk da sonra kendi çocuğuna şiddet
uyguluyor.’
Adamın eşi, yandan ‘artık konuşma, varma üzerine’ diyor.
Adamsa, ‘ne yapayım, çok geldiler üzerime’ diyor!
Aslında doğruyu, dolmuştaki herkes biliyor ama ağır toplumsal
ve kültürel belirleyiciler var ki belirli bir tavır alış ve davranış kodunu
koşulluyor.
Dışına çıkmak, kurtulmak zor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder