Sıklıkla şikâyet edilir;
‘örgütsüz bir toplumuz azizim, bu yüzden yaşamlarımızı belirleyen koşullara/süreçlere
müdahil olamıyoruz.’
Bence öyle değil!
Son derece örgütlü bir
toplumuz, bu yüzden yaşamlarımızı belirleyen koşullara/süreçlere müdahil olamıyoruz.
****
Batı
Avrupa’da ortaya çıkan ve henüz başlangıçtan itibaren bir dünya sistemi olarak
gelişen kapitalizmin, yine Batı Avrupa’dan başlayarak ortaya çıkardığı bir dizi
toplumsal gelişme anlamında, modernleşme ile birlikte eski rejim (anciens
regime) çözülür. Yani kadim siyasal sistemler ve toplumsal düzenler ortadan
kalkar ve gittikçe güç kazanan yeni toplumsal sınıfın (burjuvazinin) çıkarına
uygun bir rejim şekillenmeye başlar. Bu sürecin en önemli öğelerinden birini yercilleşme
(sekülerleşme veya laikleşme) oluşturur. Yercilleşme ile birlikte insanların, ilahi
alanın belirleyiciliğinden ve geleneksel kurumların etkisinden kurtulup kendi
yaşamlarının dolaysız özneleri olmaya başladıkları varsayılır.
Kant’ın,“Aydınlanma
nedir” sorusuna, 1784 yılında verdiği yanıta göre, Aydınlanma, insanın kendi
hatası ile düştüğü reşit olamama durumundan kurtulmasıdır. ‘Reşit olamayış’,
kendi aklını başkasının yardımı olmaksızın kullanamamaktır. Kilise egemenliğinin
ortadan kalkması ve temsili siyasal sistemlerinin gelişmesi ile birlikte insanın
vaktiyle yüzgeri ettiği ergin olma haline yeniden döndüğü ya da çocukluk
yaşantısını geride bıraktığı düşünülür.
Yeni toplumun
insanları, belirli hak ve yükümlülüklerle tanımlanır ve yeni bir siyasal
sosyalleşmeyle kolektif bir zeminde ulus olarak inşa edilir. Tarihsel zaman içinde güç ve iktidar
mücadelelerine bağlı olarak yeni bireysellikler ve kolektif kimlikler kazanacak
olan bu kitle demokratik sistemlerin öznesini oluşturur.
Yazıya
döküldüğünde pek şık duran bu süreç anlatımının temel handikapı, bu sürecin
sermayeye dayalı toplumsal formasyon olarak tanımlanabilecek kapitalizm
koşullarında gerçekleşmesi, dolayısıyla asimetrik mülkiyet ve egemenlik
ilişkilerinin bozucu etkisini bünyesinde barındırmasıdır. Şöyle ki, kapitalist mülkiyet
ilişkileri sistematiği, toplumun geniş yığınlarının üretim araçlarının
mülkiyetinden ve üretilen servetlerden azade kılınmasını gerektirdiği için, bu
durumu toplumsal çapta rasyonalize edecek ideolojik koşullandırmalara ihtiyaç
vardır. Yani, çıkarları birbirine taban tabana zıt toplumsal sınıfların,
egemenler lehine, ortak sosyalleşmesini yaratmak gerekecektir.
İşte
ulus/millet formu burada devreye girer. Dil, kültür, ırk, din, coğrafya/mekân
gibi belirli ‘somut’ unsurlar ve ülkü birliği, duygudaşlık gibi belirli soyut
unsurlar üzerinden modern cemaat yapıları olarak uluslar/milletler inşa edilir.
Temsili mekanizmalar aracılığıyla da ulusun/milletin iradesinin tecelli ettiği
varsayılır.
Yeni düzende,
parti, dernek, sendika, kulüp, topluluk gibi ‘modern’ kolektif birleşmeler
vardır. Bunlar cemaat/tarikat gibi geleneksel birleşmelerin yerini almıştır. Ki
bunların eskilere göre kategorik olarak üstün olduğu varsayılır. Zira modern
kurumsallaşmalar, iradi olarak içine girilen ve kolektif bir zeminde işlev
gören yapılar olarak değerlendirilir.
****
Yukarıda
anlatılan sürecin bir karikatürü bizde de yaşanır. Mustafa Kemal Atatürk, Kastamonu Nutku’nda,
“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır” derken toplumun yeni
sosyalleşme tarzına işaret eder.
Bu
doğrultuda reformlar yapılır, on yılları bulan çabalar sergilenir ve bugün
gelinen yerde toplumun bütünüyle ‘mensuplar memleketi’ haline geldiğine tanık
olunur! Sanki Kant’ın ‘ergin olamayış halinden kurtulma’ olarak nitelediği
Aydınlanma tersine dönmüş ve yığınlar yeni bir çocukluk dönemine adım atmıştır.
****
Bugünün
Türkiye’sinde toplum olabildiğine örgütlü! Büyükçe bir kısmı ‘geleneksel’
cemaat yapıları, dernekleri, vakıfları, birlikleri… içinde. Daha küçük bir
kısmı ise ‘modern’ olanlarda… Ortak özellik mensup olunan birleşmelerin belirli
çıkarlar ekseninde yapılanmış olması. Bu açıdan masonik bir şebekeye dahil
olmakla, bir dini cemaate tabi olmak ya da bir sendikaya üye olmak arasında
hiçbir fark yok.
Her
birinde spesifik bir çıkar beklentisi, dolayısıyla siyasal sistemle kurulan
doğrusal bir bağ var; insan-özne tedrici bir varlık haline gelmiş durumda!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder