Hakkımda

23 Haziran 2018 Cumartesi

20. Yüzyıl Kara Ütopyacılığından Günümüz Türkiye’sine Notlar

                                                                                                      
          19. Yüzyıl sonuna gelindiğinde Batılı toplumlara bir iyimserlik hâkimdir. Birkaç yüzyılı bulan ekonomik ve toplumsal gelişme yekûnu insanlığın üzerinde huzur, barış ve mutlulukla devinebileceği elverişli koşulları yaratmış, yüzyılları bulan sömürgeciliğin trajik ağırlığı ve toplumsal mücadele süreçlerinin ‘yıkıcı’ etkileri ortadan kalkmış gibidir. Tek tek insanların ve ulus formunda toplumların kendi kaderlerini özgürce belirleyebileceklerine dair yaygın bir inanç ve güven vardır. Zira Aydınlanma ve modernleşme, bireyi geleneksel bağlarından kurtarıp özgür kılmış, toplumların üretim güçleri hiç olmadığı kadar gelişmiştir!
Bu iyimser tablo, yüzyılın sonundan itibaren, kapitalizmin krize girmesiyle birlikte değişmeye başlar. Hızla gelişen milliyetçilikler aynı coğrafyaları ve toplumsal koşulları paylaşan halkları karşı karşıya getirir. ‘Mal ihracı yanında sermaye ihracının büyük önem taşımaya başlaması, üretim ve dağıtımın büyük tröst ve kartellerinin elinde merkezileşmesi, banka ve sanayi sermayesinin birleşip mali sermayeyi oluşturması, dünyanın büyük kapitalist güçler arasında nüfuz alanlarına bölünmesi ve bu bölünmenin büyük kapitalist güçler arasında paylaşım mücadelelerini ivmelemesi’ (bkz.Lenin - Emperyalizm) olgularını içine alan emperyalizmin gelişmesi ile birlikte, verili toplumsal düzen koşullarında, başkalarının refahına ve özgürlüğüne kast etmeksizin, yol alınamayacağı ayan beyan ortaya çıkar. Birinci paylaşım savaşına kadar giden bu gelişmelerin sonrasında krize çözüm bulamayan egemen sınıflar, toplumsal üstünlüklerini koruyabilmek için siyasal üstünlüklerinden göreli olarak vazgeçmek durumunda kalırlar (bkz. Eroğul – Anatüzeye Giriş) ve sonraki yıllarda faşizm(ler) güçlenir.
Kapitalizme alternatif bir toplumsal düzen geliştirmek isteyenler için de 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk on yılları elverişli koşullar sağlamaktan uzaktır. Avrupa’nın gelişmiş kapitalist devletlerinin işçi sınıfları belli toplumsal kazanımlar elde etmekle birlikte, ‘kendi çıkarlarını bir bütün halinde ulusun çıkarları haline getirecek’ (bkz. Marx, Engels - Manifesto) toplumsal hamleden uzaklaşmıştır. Özgün Marksçı tezin toplumsal dönüşüm tasavvuru hiç değilse bu yönüyle yanlışlanmış ve dönüşümün sarkacı Doğu’ya kaymıştır. Doğu ise kendi azgelişmişliği ile maluldür ve elverişsiz ekonomik, siyasal ve kültürel koşullarda köktenci bir dönüşüm programını kendi başına uygulamaya çalışmanın handikapları ile belirlenecektir.
Bu süreçte Marksizmin kuramsal alandaki başarılarının, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülke deneyimlerinde gözlenen insan özgürlüğüne dair sorunlar dolayısıyla sorgulanması, yeni tartışmaları ivmeler (bkz. Franfurt Okulu). Hızlı ilerlemenin ve teknolojik gelişmenin kapitalizme ve sosyalizme özgü tarihsel toplumsal görüngüler içerisinde ortaya çıkardığı insan özgürlüğü sorunsalına ilişkin düşünceler ise kara ütopya (disütopya) geleneğini şekillendirir. Ütopyaların özgürlük ve refah vaat eden iyimser havasının aksine kara ütopyalar adeta bir kıyamet tablosu çizerler. Zira, toplumsal kontrol olanaklarının teknolojik gelişmeler dolayısıyla hızla artma eğilimi gösterdiği bir dönemde ruhunu kaybetmiş bir insanlık toplumunun tasviri ütopya idealizmine sığmaz.
George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”  ve Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” adlı eserleri bu bağlamda değerlendirilebilir. Orwell eserinde, tam bir denetim toplumunu tasvir eder. Bu toplum, cismani varlığı bir fotoğraf ve sayısız direktiften ibaret olan bir şefin otoritesine boyun eğen şartlandırılmış bir sürüden ibarettir. Orwell'ın kara ütopyasında, toplum yaşamının her parçası özerklikten arınmış,  insan tümüyle ‘kamusal’ bir varlık haline getirilmiştir. Teknolojik araçların yardımıyla güçlü ve yaygın bir propaganda mekanizması oluşturulmuş ve tüm toplumsal tepkiler şartlı refleks haline getirilmiştir. Dini bir ritüeli andıran yığınsal etkinlikler insanların sistemi içselleştirmeleri için pekiştireç işlevi görmektedir.
Orwell'ın tavsir ettiği bir korku toplumudur. Propaganda aracılığıyla, ülkenin dahili ve harici düşmanlar tarafından sürekli olarak tehdit edildiği vurgulanmakta; bu güçlere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olması salık verilmekte, kurulan toplumsal mekanizmanın otoriter özellikleri ‘olağanüstü dönemler/beka’ anlatısı kullanılarak meşrulaştırılmaktadır (bilmem tanıdık geldi mi).
Bu tür bir toplumsal sistem belli kabullerin beslendiği ve yeniden üretildiği bir bütünleşmeci sistem öngördüğü için bütünleşmeyi tehdit eden unsurların bertaraf edilmesi elzem görülmektedir. Bunun bir boyutunu insan bireyselliğini körelten toplumsal uygulamalar oluşturmakta; insanlar aynılaştırılmakta, benzer ihtiyaçlar, yaşayışlar ve doğallığıyla tahayyüllerle donatılmakta ve böylelikle farklı olmanın ya da özgür ve özerk bir bilince sahip olmanı yolu kapatılmaktadır. Bu durum akıllara, Boetie’nin 16. yüzyıl başında dillendirdiği ve Gramsci’nin modern zamanlarda ‘rıza temelli egemenlik’ olarak hegemonya kavramına eriştirdiği “gönüllü kulluk” kavramını getirmektedir.
Orwell'ın tasvir ettiği toplum içinde temel uygulamalardan biri kişilerin kendilerine ilişkin benlik algılarını parçalamak ve gerektiğinde onları kendileriyle karşı karşıya getirmektir. Bunun için, sürüden ayrılma eğilimi içinde olanlara karşı etkili bir ‘itirafçılık’ mekanizması işletilmektedir. Böylece, sisteme yabancılaşmış birey kendi gerçekliğine yabancılaştırarak yeniden topluma kazandırılmaktadır.
Orwell’in referansları oldukça belirgindir. Mesela anti – sovyetik bir anlatım kullanır. Sovyetler Birliği’nde iç savaştan sonra ortaya çıkan iktidar mücadelesini, bu süreçte muhalefete karşı uygulanan politikaları, inşa süreçlerine hâkim olan otoriter tarzı ve bunun toplumsal sonuçlarını ele alır. Kuşkusuz eleştirisi büyük ölçüde yerindedir. Ancak anti – sovyetik tutumu dolayısıyla, sosyalist devrimin ve inşa süreçlerinin tarihsel anlamını ve sınırlarını, kendi döneminin Batılı toplumlarının içine sürüklendiği kolektif irrasyonaliteyi ve aynı toplumların yaşaya geldikleri liberal özgürlük formunun handikaplarını ve defolarını görmekten uzaktır.
            Huxley  “Cesur Yeni Dünya” adlı eserinde, iş basitliği, devamlılık ve tekrar gibi özelliklerle belirlenen standartize edilmiş büyük bir üretim tesisinde T model otomobilleri yığın halinde üreten, böylelikle fordizmin kurucusu kabul edilen Henri Ford’u milat kabul ederek, Ford’dan yüzyıllar sonra geliştirilen ultra teknolojik bir toplumu anlatır. Bu öyle bir toplumdur ki, insanlar laboratuvar koşulları içinde üretilmekte ve insanlara sosyal sınıf konumlarına uygun mental ve fiziksel özelliklerkazandırılmaktadır. 
         Huxley’in kara ütopyasına giden yol bir ‘devrimci atılım’la başlar. Artık, insanların üremeleri ve eğitilmeleri kuluçka ve şartlandırma merkezlerinde gerçekleştirilmektedir. İnsanlar henüz doğmadan, en zeki olan “alfa artı”dan yarı mongol olan “epsilon eksi”ye kadar, fiziksel özellikler ve zekâ olarak belirlenmekte, doğduklarında ise fiziksel özelliklerinin ve zekâlarının dâhil olmalarını gerektirdiği sosyal sınıfın bir üyesi olmakta, böylece modern bir kast sistemi içinde yaşayıp gitmektedirler. Her sınıftaki insan sayısı, ihtiyaca göre, kuluçka merkezlerinde üretildiği, insanlar da küçüklüklerinden itibaren dâhil oldukları sınıfın ve yaptıkları işin en iyisi olduğu yönünde şartlandırıldıkları için, herkes mutludur! Yani şartlandırma merkezleri “mutlu robotlar” üretmektedir. Şartlandırmanın yetmediği yerde ise bir sigorta mekanizması düşünülmüştür; soma. Yani fizyolojik zararı olmayan bir tür uyuşturucu madde.
            Huxley’in kara ütopyasının uzak tarihteki ilk izleri Platon’un, kent devletini kurtarma çabaları içinde geliştirdiği “cevherler mitozu”nda bulunabilir. Platon’a göre, insanlar doğuştan gelen bazı niteliklerle kategorik olarak birbirlerinden ayrılırlar. Bu nitelikleri belirleyen ise bünyelerinde bulunan cevherlerdir. Asker olmaya elverişli olanlar tunç cevheri taşırlar, üreticiler bakır ve yöneticiler altın! ‘Neden böyledir’ derseniz, ‘öyledir de ondan (because).’ Söylemeye gerek yok ki, cevherlerin dağılımı sosyal sınıf konumlarına göre şekillenir. 
Belirlenmişliğin laboratuvar koşullarında üretilmişlik olarak en uç noktasına taşındığı Huxley’in kara ütopyasında, yukarıda belirtildiği gibi, her toplumsal sınıf kendi konumundan memnundur. İnsanların kendilerine ilişkin algıları ise içinde bulundukları sosyal sınıfın belirlenmiş özelliklerinden ibarettir. Dolayısıyla herkes içselleştirilmiş bir otoritenin parçasıdır. Orwell, bir sosyal sistem içinde kişilerin otoriteye uymalarını sağlayan sosyal ve siyasal mekanizmalardan söz ederken Huxley’in çizdiği toplumda otoriteye uyum sofistike teknik yöntemler kullanılarak önsel olarak üretilmiştir. Bu yönüyle Huxley’in kurgusu teknolojik ve bilimsel gelişme ile birlikte içselleştirilmiş otoritenin nelere kadir olduğunu göstermek açısından oldukça çarpıcıdır. Orwell’a nazaran daha yaratıcı ve yazık ki daha gerçekçidir. Bu yüzden dehşet vericidir!
Halihazırda ‘bilimsel ve teknolojik gelişme’nin Huxleyci kara ütopyanın tesis edilmesine elvermediği koşullarda, Boetie’ye başvurarak ifade edecek olursak, her toplumda şu ya da bu nedenle “özgür doğmuş insanlar” vardır. Kendilerinin ve başkalarının tutsaklığının ayırdına varmış bu insanlar denetim ve korku toplumları açısından tehdittir. Ki insan özgürlüğünü olumsal kılacak aktörler bu insanlardır!




[1] Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Eğitim Yönetimi Anabilim Dalı, Doç.Dr.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İktidardan Kurtulmak!

Siyaset biliminin temel kavramı devlet değilse, iktidardır. İktidar, “toplum için son sözü söyleme yetkisi” olarak kavramsallaştırılan e...