19. Yüzyıl sonuna
gelindiğinde Batılı toplumlara bir iyimserlik hâkimdir. Birkaç yüzyılı bulan
ekonomik ve toplumsal gelişme yekûnu insanlığın üzerinde huzur, barış ve
mutlulukla devinebileceği elverişli koşulları yaratmış, yüzyılları bulan sömürgeciliğin trajik ağırlığı ve toplumsal mücadele süreçlerinin ‘yıkıcı’
etkileri ortadan kalkmış gibidir. Tek tek insanların ve ulus
formunda toplumların kendi kaderlerini özgürce belirleyebileceklerine dair
yaygın bir inanç ve güven vardır. Zira Aydınlanma ve modernleşme, bireyi
geleneksel bağlarından kurtarıp özgür kılmış, toplumların üretim güçleri hiç
olmadığı kadar gelişmiştir!
Bu iyimser tablo, yüzyılın sonundan itibaren,
kapitalizmin krize girmesiyle birlikte değişmeye başlar. Hızla gelişen
milliyetçilikler aynı coğrafyaları ve toplumsal koşulları paylaşan halkları
karşı karşıya getirir. ‘Mal ihracı yanında sermaye ihracının büyük önem
taşımaya başlaması, üretim ve dağıtımın büyük tröst ve kartellerinin elinde
merkezileşmesi, banka ve sanayi sermayesinin birleşip mali sermayeyi
oluşturması, dünyanın büyük kapitalist güçler arasında nüfuz alanlarına
bölünmesi ve bu bölünmenin büyük kapitalist güçler arasında paylaşım
mücadelelerini ivmelemesi’ (bkz.Lenin - Emperyalizm) olgularını içine alan
emperyalizmin gelişmesi ile birlikte, verili toplumsal düzen koşullarında,
başkalarının refahına ve özgürlüğüne kast etmeksizin, yol alınamayacağı ayan
beyan ortaya çıkar. Birinci paylaşım savaşına kadar giden bu gelişmelerin
sonrasında krize çözüm bulamayan egemen sınıflar, toplumsal üstünlüklerini
koruyabilmek için siyasal üstünlüklerinden göreli olarak vazgeçmek durumunda
kalırlar (bkz. Eroğul – Anatüzeye Giriş) ve sonraki yıllarda faşizm(ler) güçlenir.
Kapitalizme alternatif bir toplumsal düzen geliştirmek isteyenler için de 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk on yılları
elverişli koşullar sağlamaktan uzaktır. Avrupa’nın gelişmiş kapitalist
devletlerinin işçi sınıfları belli toplumsal kazanımlar elde etmekle birlikte, ‘kendi çıkarlarını bir bütün halinde ulusun çıkarları haline getirecek’ (bkz.
Marx, Engels - Manifesto) toplumsal hamleden uzaklaşmıştır. Özgün Marksçı tezin
toplumsal dönüşüm tasavvuru hiç değilse bu yönüyle yanlışlanmış ve dönüşümün
sarkacı Doğu’ya kaymıştır. Doğu ise kendi azgelişmişliği ile maluldür ve elverişsiz
ekonomik, siyasal ve kültürel koşullarda köktenci bir dönüşüm programını kendi
başına uygulamaya çalışmanın handikapları ile belirlenecektir.
Bu süreçte Marksizmin kuramsal alandaki
başarılarının, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülke deneyimlerinde
gözlenen insan özgürlüğüne dair sorunlar dolayısıyla sorgulanması, yeni
tartışmaları ivmeler (bkz. Franfurt Okulu). Hızlı ilerlemenin ve teknolojik
gelişmenin kapitalizme ve sosyalizme özgü tarihsel toplumsal görüngüler
içerisinde ortaya çıkardığı insan özgürlüğü sorunsalına ilişkin düşünceler ise kara ütopya (disütopya) geleneğini şekillendirir. Ütopyaların
özgürlük ve refah vaat eden iyimser havasının aksine kara ütopyalar adeta bir
kıyamet tablosu çizerler. Zira, toplumsal kontrol olanaklarının teknolojik
gelişmeler dolayısıyla hızla artma eğilimi gösterdiği bir dönemde ruhunu
kaybetmiş bir insanlık toplumunun tasviri ütopya idealizmine sığmaz.
George Orwell’ın “Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört” ve Aldous Huxley’in “Cesur Yeni
Dünya” adlı eserleri bu bağlamda değerlendirilebilir. Orwell eserinde, tam bir
denetim toplumunu tasvir eder. Bu toplum, cismani varlığı bir fotoğraf ve sayısız direktiften ibaret olan bir şefin otoritesine boyun eğen şartlandırılmış bir sürüden ibarettir. Orwell'ın kara ütopyasında, toplum
yaşamının her parçası özerklikten arınmış,
insan tümüyle ‘kamusal’ bir varlık haline getirilmiştir. Teknolojik araçların yardımıyla güçlü ve yaygın
bir propaganda mekanizması oluşturulmuş ve tüm toplumsal tepkiler şartlı refleks haline getirilmiştir. Dini bir ritüeli andıran yığınsal etkinlikler insanların sistemi
içselleştirmeleri için pekiştireç işlevi görmektedir.
Orwell'ın tavsir ettiği bir korku toplumudur. Propaganda aracılığıyla, ülkenin dahili ve harici düşmanlar tarafından sürekli olarak tehdit edildiği vurgulanmakta; bu güçlere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olması salık verilmekte, kurulan toplumsal mekanizmanın otoriter özellikleri ‘olağanüstü dönemler/beka’ anlatısı kullanılarak meşrulaştırılmaktadır (bilmem tanıdık geldi mi).
Orwell'ın tavsir ettiği bir korku toplumudur. Propaganda aracılığıyla, ülkenin dahili ve harici düşmanlar tarafından sürekli olarak tehdit edildiği vurgulanmakta; bu güçlere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olması salık verilmekte, kurulan toplumsal mekanizmanın otoriter özellikleri ‘olağanüstü dönemler/beka’ anlatısı kullanılarak meşrulaştırılmaktadır (bilmem tanıdık geldi mi).
Bu tür bir toplumsal sistem belli kabullerin
beslendiği ve yeniden üretildiği bir bütünleşmeci sistem öngördüğü için
bütünleşmeyi tehdit eden unsurların bertaraf edilmesi elzem görülmektedir.
Bunun bir boyutunu insan bireyselliğini körelten toplumsal uygulamalar
oluşturmakta; insanlar aynılaştırılmakta, benzer ihtiyaçlar, yaşayışlar ve
doğallığıyla tahayyüllerle donatılmakta ve böylelikle farklı olmanın ya da özgür ve
özerk bir bilince sahip olmanı yolu kapatılmaktadır. Bu durum akıllara, Boetie’nin 16.
yüzyıl başında dillendirdiği ve Gramsci’nin modern zamanlarda ‘rıza temelli
egemenlik’ olarak hegemonya kavramına eriştirdiği “gönüllü kulluk” kavramını getirmektedir.
Orwell'ın tasvir ettiği toplum içinde temel
uygulamalardan biri kişilerin kendilerine ilişkin benlik algılarını parçalamak
ve gerektiğinde onları kendileriyle karşı karşıya getirmektir. Bunun için, sürüden ayrılma eğilimi içinde olanlara karşı etkili bir ‘itirafçılık’
mekanizması işletilmektedir. Böylece, sisteme yabancılaşmış birey kendi gerçekliğine
yabancılaştırarak yeniden topluma kazandırılmaktadır.
Orwell’in referansları oldukça belirgindir. Mesela anti – sovyetik bir anlatım kullanır. Sovyetler Birliği’nde iç savaştan sonra
ortaya çıkan iktidar mücadelesini, bu süreçte muhalefete karşı uygulanan
politikaları, inşa süreçlerine hâkim olan otoriter tarzı ve bunun toplumsal
sonuçlarını ele alır. Kuşkusuz eleştirisi büyük ölçüde yerindedir. Ancak anti –
sovyetik tutumu dolayısıyla, sosyalist devrimin ve inşa süreçlerinin tarihsel anlamını
ve sınırlarını, kendi döneminin Batılı toplumlarının içine sürüklendiği kolektif
irrasyonaliteyi ve aynı toplumların yaşaya geldikleri liberal özgürlük
formunun handikaplarını ve defolarını görmekten uzaktır.
Huxley
“Cesur Yeni Dünya” adlı eserinde, iş basitliği, devamlılık ve tekrar
gibi özelliklerle belirlenen standartize edilmiş büyük bir üretim tesisinde T
model otomobilleri yığın halinde üreten, böylelikle fordizmin kurucusu kabul
edilen Henri Ford’u milat kabul ederek, Ford’dan yüzyıllar sonra geliştirilen
ultra teknolojik bir toplumu anlatır. Bu öyle bir toplumdur ki, insanlar
laboratuvar koşulları içinde üretilmekte ve insanlara sosyal sınıf konumlarına
uygun mental ve fiziksel özelliklerkazandırılmaktadır.
Huxley’in kara ütopyasına giden yol bir ‘devrimci atılım’la başlar. Artık, insanların üremeleri ve eğitilmeleri kuluçka ve şartlandırma merkezlerinde gerçekleştirilmektedir. İnsanlar henüz doğmadan, en zeki olan “alfa artı”dan yarı mongol olan “epsilon eksi”ye kadar, fiziksel özellikler ve zekâ olarak belirlenmekte, doğduklarında ise fiziksel özelliklerinin ve zekâlarının dâhil olmalarını gerektirdiği sosyal sınıfın bir üyesi olmakta, böylece modern bir kast sistemi içinde yaşayıp gitmektedirler. Her sınıftaki insan sayısı, ihtiyaca göre, kuluçka merkezlerinde üretildiği, insanlar da küçüklüklerinden itibaren dâhil oldukları sınıfın ve yaptıkları işin en iyisi olduğu yönünde şartlandırıldıkları için, herkes mutludur! Yani şartlandırma merkezleri “mutlu robotlar” üretmektedir. Şartlandırmanın yetmediği yerde ise bir sigorta mekanizması düşünülmüştür; soma. Yani fizyolojik zararı olmayan bir tür uyuşturucu madde.
Huxley’in kara ütopyasına giden yol bir ‘devrimci atılım’la başlar. Artık, insanların üremeleri ve eğitilmeleri kuluçka ve şartlandırma merkezlerinde gerçekleştirilmektedir. İnsanlar henüz doğmadan, en zeki olan “alfa artı”dan yarı mongol olan “epsilon eksi”ye kadar, fiziksel özellikler ve zekâ olarak belirlenmekte, doğduklarında ise fiziksel özelliklerinin ve zekâlarının dâhil olmalarını gerektirdiği sosyal sınıfın bir üyesi olmakta, böylece modern bir kast sistemi içinde yaşayıp gitmektedirler. Her sınıftaki insan sayısı, ihtiyaca göre, kuluçka merkezlerinde üretildiği, insanlar da küçüklüklerinden itibaren dâhil oldukları sınıfın ve yaptıkları işin en iyisi olduğu yönünde şartlandırıldıkları için, herkes mutludur! Yani şartlandırma merkezleri “mutlu robotlar” üretmektedir. Şartlandırmanın yetmediği yerde ise bir sigorta mekanizması düşünülmüştür; soma. Yani fizyolojik zararı olmayan bir tür uyuşturucu madde.
Huxley’in kara
ütopyasının uzak tarihteki ilk izleri Platon’un, kent devletini kurtarma
çabaları içinde geliştirdiği “cevherler mitozu”nda bulunabilir. Platon’a göre,
insanlar doğuştan gelen bazı niteliklerle kategorik olarak birbirlerinden
ayrılırlar. Bu nitelikleri belirleyen ise bünyelerinde bulunan cevherlerdir. Asker
olmaya elverişli olanlar tunç cevheri taşırlar, üreticiler bakır ve yöneticiler
altın! ‘Neden böyledir’ derseniz, ‘öyledir de ondan (because).’ Söylemeye gerek
yok ki, cevherlerin dağılımı sosyal sınıf konumlarına göre şekillenir.
Belirlenmişliğin laboratuvar koşullarında
üretilmişlik olarak en uç noktasına taşındığı Huxley’in kara ütopyasında,
yukarıda belirtildiği gibi, her toplumsal sınıf kendi konumundan memnundur.
İnsanların kendilerine ilişkin algıları ise içinde bulundukları sosyal sınıfın
belirlenmiş özelliklerinden ibarettir. Dolayısıyla herkes içselleştirilmiş bir
otoritenin parçasıdır. Orwell, bir sosyal sistem içinde kişilerin otoriteye
uymalarını sağlayan sosyal ve siyasal mekanizmalardan söz ederken Huxley’in
çizdiği toplumda otoriteye uyum sofistike teknik yöntemler kullanılarak önsel
olarak üretilmiştir. Bu yönüyle Huxley’in kurgusu teknolojik ve bilimsel
gelişme ile birlikte içselleştirilmiş otoritenin nelere kadir olduğunu
göstermek açısından oldukça çarpıcıdır. Orwell’a nazaran daha yaratıcı ve yazık
ki daha gerçekçidir. Bu yüzden dehşet vericidir!
Halihazırda ‘bilimsel ve teknolojik
gelişme’nin Huxleyci kara ütopyanın tesis edilmesine elvermediği koşullarda,
Boetie’ye başvurarak ifade edecek olursak, her toplumda şu ya da bu nedenle
“özgür doğmuş insanlar” vardır. Kendilerinin ve başkalarının tutsaklığının ayırdına
varmış bu insanlar denetim ve korku toplumları açısından tehdittir. Ki insan
özgürlüğünü olumsal kılacak aktörler bu insanlardır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder