Trabzon’a daha önce iki defa gitmiştim.
İlki 1996 yılındaydı ve kentten şöyle bir geçmekten
ibaretti.
Sisler arasında belli belirsiz seçilen yeşil ve güzel bir
kent kalmış belleğimde.
İkincisi bir-bir buçuk yıl kadar önce gittiğim bir sınav
göreviydi.
Bu göreve ilişkin izlenimlerimi iki parça halinde bloğumda paylaşmıştım.
Geçen hafta sonu Trabzon'da yapılan merkezi bir sınavda temsilci olarak görevliydim.
Perşembeden pazara, üç gün boyunca Trabzon’da bulundum.Bu yazıda son ziyaretimden izlenimler paylaşmak istiyorum.
****
Esenboğa’da Trabzon uçağına binmek için bekliyoruz.
Geçen gittiğimde etraf peçeli Suudi turistlerden
geçilmiyordu.
Bu defa peçeli olanları az, diğer Suudiler de o kadar fazla
değiller.
Mevsimden herhalde!
Anadolu Jet uçaklarına 'kasaba dolmuşlarının irisi ve
uçanı' desek çok da yanlış olmaz!
Sıkış tepiş bir yolculuk.
Trabzon’da zaman zaman güneşin yüzünü gösterdiği kasvetli
bir hava var.
Nem çok rahatsız edici.Arabaların içi bile küf kokuyor.
Sağolsunlar Karadeniz Teknik Üniversitesi içindeki sınav
bürosu çok sorumlu insanlar tarafından idare ediliyor; tüm sınav organizasyonu tamam, kalacak yerler, ulaşım, gidilip
görülecek yerler vs. de düşünülmüş.
Dört yıldızlı olduğu söylenen bir otelde kalıyoruz.
İnternetten, Ets üzerinden rezervasyon yaptırmıştım,
rezervasyon sayfasında herşey sıralanmıştı; spor salonu, spa, havuz…
‘Pahalı bir otel ama hiç yoktan spor salonu varmış, toparlanmaya
ihtiyacım var, üç günde üç antreman, ne güzel olur’ diye geçirmiştim aklımdan.
Resepsiyon görevlisi, ‘spor salonumuz, spamız, havuzumuz…
daha hizmete girmedi’ dediğinde toparlanmak için elimde kalan tek aktivite, sessiz bir ortamda uzun uzun uyumak oldu.
İki küçük çocuklu zavallı bir baba için az şey değil bu!
Otel’de dört yıldızlık pek bir şey yok, bolca Suudi turist
ve bizler…
‘Hiç yoktan üç gün dinlenir, birşeyler okur ve arada da
kenti gezerim’ diye düşünüyorum.
Sınav ekibimiz ilk günden organizasyonlara girişmiş
durumda, sevimsiz olduğumun farkındayım ama insan ilişkileri alanının dışında
kendi başıma takılmayı tercih ediyorum.
Biraz dinlenmeli ve kenti anlamaya çalışmalıyım!
“Meydan” dedikleri yer otelden iki kilometre kadar uzakmış,
yürümek ve etrafa bakmak istiyorum.
Enteresan bir şey yok; yüz bin kadar nüfusu kaldırabilecek
bir kenti üç buçuğa katlamışlar, TOKİ ve müteahhitler yarışmışlar, fındık bahçelerini sökmüşler, dağlar taşlar çok katlı apartmanlarla dolu, sahil boyunu yer yer 500 metre, belki daha fazla doldurup yerleşim bölgeleri
yapmışlar, devletin merkezi ve/veya yerel gücünü ya da desteğini elinde bulunduranlar rant
alanları oluşturmuş, çok katlı binalar yapıp zengin Araplar’a satmışlar, yerleşimin
herhangi bir standartı yok, yollar dar, trafik yoğun ve tamamen kuralsız, kentte
rahatsız edici bir uğultu…
Trabzon 'iki dilli' bir kent!
Her yerde Arapça dükkan tabelaları.
Meydan'daki eczane bile 'iki dilli.'
Düşünüyorum da, bir tekinde Kürtçe geçse acaba ne olur?
Bu ahali, Suudilere gösterdiği özeni Kürtlere de gösterir mi?
Sonra işin içinde çıkar olduğu geliyor aklıma.
Dillerinin kamusal olarak tanınmasını ve işlerlik kazanmasını arzu eden Kürtlere zenginleşmelerini salık veriyorum!
Yolumun üzerinde birkaç tane otel var.
Birinin adı “Paradise Lost.”
“Kayıp Cennet” demeye getirmişler ama ne otel cennete
benziyor ne de otelin adı İngilizce böyle yazılır!
Osmanlı adını ve simgelerini pek seviyorlar bu kentte!
Ottoman Otel, tuğralı kapıları, sahilde kocaman bir tuğradan
heykel, Yavuz Selim’li kurumlar, Kanunili mekânlar…
Ne de olsa Osmanlı şehzadelerinin popüler mekânlarından biri Trabzon sancağı.
Kanuni’nin doğduğu söylenen ev var burada.
Trabzon trafiği anarşi içinde ve bunun müsebbibi konumunda
bolca küçük dolmuş var; birinin arkasında eski kutlu günlere özlem ayırdediliyor; “heves
etme, eski tadı yok.”
Meydanda çay ocakları, küçük bir park, diğer yeme-içme mekânları...
Hakkını vermek lazım, çayı güzel yapıyorlar.
Çok da ucuz, öyle ki bir liraya kaliteli ve taze çay
içiyorsunuz.
Diğer yeme-içme mekânları da pek pahalı değil, pideleri
güzel, ekmekleri dolu dolu ve lezzetli.
Az ileride çarşı-pazar var; bankalar, dershaneler, ara
sokaklarda kuyumcular, türlü türlü mağazalar…
Hazır aylak aylak dolaşıyorken LC Waikiki’ye uğrayıp Renas’a
birşeyler alayım diyorum.
Çocuk bu yaz hızlı büyüme ataklarına girişti, neredeyse hiçbir
giysisi üzerine olmuyor.
Mağazada pantolonlara bakınca içim sızlıyor, çocuğuna pantolon
alamadığı için intihar eden baba geliyor aklıma, sonra vahim hadiseyi
yorumlayan devletlû sendika yetkilileri ve diğer devletlûların demeçleri…
Öyle üst kalitede ürünler satan bir mağaza değil bu,
ortalama şeyler satıyor.
Ama herşey ne kadar pahalı olmuş!
Sahile doğru ineyim, deniz görmeden Trabzon’dan gitmeyeyim
diyorum.
Sahil Meydan'ın 500 - 600 metre kadar aşağısında.
Çay bahçeleri, balık - ekmekçiler, parklar falan var ama neredeyse
kimse yok.
Sahilden hoşlanmıyor bu ahali!
Sahilde kayaların arası çöplük olmuş;
bira, kola, gazoz şişeleri, çekirdek kabukları, türlü ambalajlar…
Denize yaklaştıkça ağır bir koku; denizin kenarında kanallar
var, kentin pisliği bu kanallardan denize akıyor.
Sınavdan önce, sağolsunlar bizim için bir kent turu
düşünmüşler.
Önce “Atatürk Köşkü”ne çıkıyoruz.
Daha önce de ziyaret ettiğim bir yer.
Bir Rum zengininin yazları kalmak üzere 1890 yılında yaptırdığı bir binaymış, 1923 yılında hazineye kaydedilmiş, sonra vali
tarafından ‘Trabzon halkı’ adına Atatürk’e hediye edilmiş, Atatürk’ten sonra
Makbule hanıma miras kalmış, 1943 yılında Trabzon Belediyesi tarafından satın
alınarak Atatürk Müzesi olarak düzenlenmiş ve ziyaretlere açılmış.
Köşk güzel, dört katlı taş bir bina, bahçesi de çok güzel
düzenlenmiş, binanın tavanları yüksek, odaları geniş ve ferah, o dönem için
lüks sayılabilecek eşyalarla ama sade bir şekilde döşenmiş, Atatürk’ün
vasiyetini burada yazdığı söyleniyor.
Zamanımız az, bu yüzden Kanuni Evi’nin yanından geçip “Ayasofya
Camii”ne doğru gidiyoruz.
Kentteki hemen tüm eski camiler gibi bu cami de kilise iken
camiye çevrilmiş.
Sorarsanız tüm dinler ‘hoşgörü dini’ olmaktan söz ederler,
ama bir dine mensup olanlar diğer dinlerden olanları fethettiklerinde ilk
işlerinden biri kutsal mekanlarını dönüştürmek olmuş!
Caminin yakın zamanda restorasyondan geçtiği anlaşılıyor.
Epeyice zarar görmüş olsa da tavan süslemeleri ve resimleri
duruyor.
Garip olan şeylerden biri, tarihi mekânı iklimlemek için içeriye iki
büyük boy klima takmış olmaları!
Ayasofya’nın bulunduğu yerden sahile bakıyorum, eskiden
dalgalar vururmuş Ayasofya’nın duvarlarına, şimdi ise sahil 500 ile 1000 metre
uzaklıkta.
Denizi bu kadar doldurmuşlar işte!
Sınavdan sonra sınav ekibine karışıp Meydan’a gidiyorum
yine.
Yemek yemeğe.
Trafik tam bir keşmekeş.
Trabzonspor’un maçı var ve tünellere bile park yapıldığını
söylüyor şoförümüz.
Meydana yakın bir lokantada bir buçuk metre kadar uzunlukta
güzel bir pide yapıyorlar.
Pidenin her yanında farklı malzemeler kullanarak.
Dönüşte dolmuş içinde maç sohbeti var.
Trabzon ahalisi fena halde ‘atarlı’ ve Trabzonspor konusunda
çok hassaslar.
Bizden biri ‘Göztepe kazandı’ diyor.
Gençten bir Trabzonlu, ‘yapma abi daha demun 2-2 idu, bak
yola gideyrum, kandurma benu’ diye serzenişte!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder