Sınav görevim var.
Erken kalkmak lazım.
Neyse ki uzak bir yerde değil.
Ama balkon kümesimle ilgilenmeliyim.
Kuşlar hasta ve yazık ki iki yavru kuş var kümeste.
İltihaplanmış kursaklar için kırmızı kil ve mineral yediriyorum hepsine tek tek.
Sularını sürekli yeniliyor ve temiz tutmaya çalışıyorum yaşam alanlarını.
Zorla kil, mineral, yem yükle, yavru kuşların kursaklarını yağa batırılmış kulak çöpü ile aç, su toplayan kursaklardaki enfeksiyonu kuşları kusturarak temizle…
Kolay iş değil bunlar ama iyi yoldayım; kuşlar bugün iyi.
Sanırım kurtardım hepsini!
Sınav yerim bir mesleki teknik lise.
Koridorlar parlıyor, fayanslar yeni yapılmış, tuvaletler, lavabolar iyi durumda, sınıflar da.
Anlaşılan okul yeterli ödenek alıyor ya da gerekli kaynağı bir şekilde yaratıyor.
Bu sınav Milli Savunma Üniversitesi’ne öğrenci alımı için ilk adım, sonra adayların fiziksel niteliklerine bakılacak, adaylara efor testi yapılacak ve başarılı olanlar mülakata çağrılacak.
120 sorudan 40 net yapanın mülakata çağrılacağını söylüyor çocuklar.
Bu kötü!
En başarılı yüzdelik dilim tanımlansaydı daha objektif bir seçme yapılacağını düşünürdü insan!
Muhtemelen arada bir yerlerde güvenlik soruşturması yapılacak ve tüm diğer mülakatlarda olduğu gibi, ‘sakıncalı’ olarak değerlendirilen adaylar mülakatta ‘başarısız’ sayılacak.
Bunun yasal bir temeli yok, dahası yapılan yasa dışı ama uzunca bir süredir kamu alanında işler böyle yürüyor.
Sınavın başlamasına çok zaman var.
Adayları fazlaca sıkmadan sohbet ediyorum onlarla.
Çoğu liseden yeni mezun ya da mezuniyet aşamasında gençler.
Söylediklerine göre 550 bin kadar kişi başvurmuş bu sınava.
Sadece 2 bin kişi alınacakmış.
Kızlar için kota oldukça azmış.
‘Peki bu sınavda başarılı olamazsanız’ diyorum; ‘üniversite için hangi bölümleri tercih edersiniz?’
‘Makine mühendisliği, yazılım mühendisliği, hemşirelik, eczacılık, hukuk…’
‘Ya öğretmenlik’ diyorum; ‘içinizde herhangi bir öğretmenlik bölümü tercih eden çıkmaz mı?’
Çıkmıyor!
Etrafta dile getirilen bir yargı var; ‘gençlerimiz gelecekten ümitsiz, fırsat bulsalar ülkeyi terk ederler’ diye.
Yazık ki doğru görünüyor.
Geleceğe dair pozitif ifadeler duymak istiyorum ama dile getiren yok, bir bezginlik var.
Farklı dünya ülkelerinden söz ediyorum; Kanada, İsveç, Amerika gibi.
Gözleri parlıyor!
Beklediğimin üzerinde ‘fırsatım olsa giderim’ diyenlerin sayısı.
Sınav bitiyor, karşıdaki markete giriyorum, evin tedariği için.
Üç kuruş para için 5 saate yakın sınav mesaisi yaptıktan sonra her şey daha bir pahalı görünüyor gözüme!
İstediğim kadar başarılı olamasam da çocuklarımla vakit geçirmeyi önemsiyorum.
Geçen gün, Kayla’nın ‘baba bu bahar ne zaman gelecek’ sorusuna, ‘bahar yola çıkmış çıkmasına da yolda kaza geçirmiş, bir süre gelemeyeceği için onun yerine kış bakmış, ama kış adı üzerinden soğuk olur, işini bahar gibi yapamıyor tabi ama bahar iyileşiyormuş, bu pazar gelecekmiş’ diye yanıt verdiğim için çocuk sabah kalkmış, ‘baba bahar geldi mi’ diye soruyor.
‘Geldi kızım, bak hava biraz ısındı’ diyorum.
Sınav dönüşü çocuklar jimnastik antremanından dönmüş oluyor, Kayla güzellik uykusuna, Renas’la işimiz var!
Dolmuşa binmek Renas için yeni bir heyecan.
‘Çocuk için para vereyim mi’ diyorum dolmuşçuya 5 lira uzatırken.
‘Yok abi ama dolmuş 7 lira oldu’ diyor biraz çekinerek.
Demek ki insanlar artışa tepki gösteriyorlar.
Ulus’a gidiyoruz.
Baba oğul sohbet edeceğiz, çocuğa bilmediği görmediği şeyler göstereceğim.
Bu arada etrafta çok fazla bulunmayan evye sifonlarından alacağız.
Sobacılar çarşısına gidiyoruz, kuzineleri gösteriyorum; Ulus Hali’ni, çeşitli balıkları, pişmiş kelleleri, evcil hayvan dükkânlarındaki tavşanları, kuşları, balıkları…
Hal pahalı.
Hamsi 40, alabalık 50, somon 70, karnabahar 20 lira…
Basit bir sifon alıyoruz hırdavatçıdan; 45 deyip 40’a veriyor.
Para ne kadar zor kazanılıyor ve ne kadar kolay uçup gidiyor!
Renas eski eşyacılara, antikacılara falan bakmayı seviyor.
İtfaiye Meydanı’nına doğru inerken Ankaragücü taraftarları derneğini görüyoruz.
Bir gecekondu.
‘Baba benim iki takımım var; biri Beşiktaş diğeri Ankaragücü… baba aşağıda bana teşbih alır mısın… yüzüğümü de annem aldı vermedi…’
Tam Ankaralı yetiştiriyoruz, istemeden!
Yolda eski bir arkadaşımla karşılaşıyorum.
Bir kimyager.
Seviniyorum.
Iraklıların çalıştığı bir çay ocağına oturuyoruz.
Birkaç dakika önce Renas’a, ‘oğlum burası Ulus, buradan bir şey alınıp yenilmez içilmez, bak bu çay ocağındaki bardakları kim bilir nasıl yıkıyorlar, hep mikrop’ demiştim ama hayat bizi yanlışlıyor; çay ocağına oturup çay söylüyoruz, Renas’a da ılık oralet.
Dışarı çıkınca fark ediyorum.
Bizim ev düzenimiz biraz ayrıksı; Renas yedi yaşında ve hiç kesme şeker görmemiş, ‘baba bu nasıl şeker, yenir mi’ diye soruyor. Oraletin ne olduğunu soruyor.
Çaylar peşin ödeniyor.
'Kaç lira' diye soruyorum; yedi buçuk diyor Iraklı çocuk.
Yirmi lira uzatıyorum, ardından beş lira daha.
'Üç çay yedi buçuk' diyor çocuk.
Şaşırıyorum!
Sohbet edip kalkıyoruz.
Az yukarıda bit pazarı var.
İlgi çekici şeyler var pazarda, çöpten toplanıp tezgâhlara atılmış olan şeyler de.
İnsanlar umarsız, üzülüyorum, alacak bir şeyler aranıyorum.
Bir tezgâhın önünden geçerken Renas ‘hani bana tesbih alacaktın’ diye tutturuyor.
Almaya niyetim yok ama eskimiş bir deri ceket giymiş yağlı uzun saçları olan genç bir adam, ‘gel sana hediye edeyim, çocuklar için her şey bedava’ deyip çocuğa bir tesbih veriyor.
Üzüntüm artıyor!
Para veriyorum, almıyor.
Tezgâha bakınıyorum, alacak bir şeyler bulup para ödemek için.
Öyle işe yaramaz şeyler ki…
Neyse bir şeyler bulup para ödemeyi başarıyorum.
Buradaki insanlar Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında küçük bir valize bir şeyler doldurup pazarları mesken edinen umarsız Ruslara benziyorlar.
Dolmuşa doğru yürürken başım önde, lanet ediyorum bir şeylere!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder