Ön
not:
Akademisyenler/bilim
insanları, özellikle kamu alanında çalışanlar, sadece ilgili mevzuatın
kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine getirdikleri; eğitim-öğretim,
araştırma-yayın ve 'topluma hizmet' adı altında bazı etkinlikler
gerçekleştirdikleri için maaş yani toplumsal kaynaklardan pay almazlar; belirli
bir statü, saygınlık, yaşam standartı edinmezler. Toplum yararına devinme
ve/veya halka hizmet etme gereğinin bir karşılığı olarak toplumun emek
ürünlerinden kaynağını alan bir gelire ve toplumsal ölçekte kendilerine tanınan
bir konuma sahip olurlar. Mesleki devinimlerine eşlik etmesi gereken duygu 'hak
etmişlik' değil “topluma borçluluk”tur. Dar anlamda uzmanlık alanları ile
kendilerini sınırlayanlar, taşların arkasına saklanıp tedirgin gözlerle etrafı
izleyenler, mikro ya da makro ölçeklerde olsun güç ve iktidar ilişkileri içinde
kendilerine çıkar ve ikbal arayanlar entellektüel/aydın değil bir rol kalıbıyla
hareket eden teknisyenler olabilirler ancak.
O
yüzden Osmanlı-Türk modernleşmesi sürecinde onca çabayla elde edilmiş temel
kazanımlar bir bir yitip giderken kamuya açık bir ses vermekten bile imtina ederler.
***
İstanbul Sözleşmesi,
Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Bakanlar
Kurulu toplantısında imzaya açılan bir sözleşme. İlk imzalayan ülke Türkiye.
Sözleşme, Türkiye’de 1 Ağustos 2014 tarihinde resmen yürürlüğe girmiş. 81 madde
ve 1 ekten oluşan 30 sayfalık bir metin. Özünde, kadının toplumsal statüsünün
yasal ve toplumsal olarak güçlendirilmesini hedefliyor ve kadına yönelik
şiddetin, ayrımcılığın, istismarın engellenmesini amaçlayan maddeler içeriyor.
Neyin, neden, nasıl yapılması gerektiğini, sürecin aktörlerinin kimler
olacağını ve denetim/izleme mekanizmasının nasıl şekilleneceğini ayrıntılı bir
şekilde düzenliyor.
***
Daha soldan bir
yaklaşımla, ‘liberal’ bir metin!
Toplumsal düzenin yani
mülkiyet düzeni ve bu düzen üzerinde şekillenen siyasal sistemin bütünlüğü
üzerinden konuya yaklaşmadığı için.
Bir de
hukukun/düzenlemenin değeri ya da karşılığı sorunu var!
Ulusal ya da uluslararası
ölçeklerde olsun, hukuk, son tahlilde, güç ilişkilerinin yoğunlaşma
biçimlerinden birine karşılık gelir.
Ulusal ölçekte,
toplumdaki mülkiyet, güç ve iktidar ilişkileri, uluslararası ölçekte ise dünya
devletleri arasındaki güç dengesi hukukun nasıl işleyeceğini belirler.
Belirli bir değer
sisteminin norm sistemine dönüşmüş ifadesi olduğunu söyleyebileceğimiz hukuk,
mevzuata dönüşmüş olmakla, doğrudan sonuç yaratmaz.
Temel hak ve özgürlükler
açısından söylersek, düzenlemeye konu olan alanda etkili bir mücadele/sahiplenme
olmalıdır ki ilgili norm karşılık yaratabilsin.
***
Şimdi bunları bir kenara
bırakalım, İstanbul Sözleşmesi ne diyor ve neden bu sözleşmeye karşı çıkılıyor
bir bakalım.
Sözleşme, düzenlediği
konuyla ilişkili uluslararası sözleşmelere, bildirilere, içtihatlara
göndermeler yaparak başlıyor. Amacı, bağlamı, bu arada kavramsal zemini
veriyor.
Toplumsal cinsiyet,
sözleşmenin en önemli kavramı. Sözleşmeye göre, “herhangi bir toplumun,
kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş
roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler” toplumsal cinsiyet olarak
anlaşılmalıdır.
Ayrımcılık, sözleşmenin
temel kavramlarından biri olup çeşitli kamu politikaları ile üstesinden
gelinmesi gereken bir ihlal biçimi/kümesi olarak ele alınıyor: “Taraflar bu
Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik
tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya
başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı
olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu,
engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi,
herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin
edeceklerdir.”
Sözleşmede tarafların,
meselelere toplumsal cinsiyet temelli bir bakış açısı ile yaklaşma ve
kadınlarla erkekler arasında eşitliğe ve kadınların güçlendirilmesine yönelik
eyleme geçme sorumluluğu ayrıntılı bir şekilde düzenleniyor.
Peki, ‘İstanbul
Sözleşmesi aile yapımızı dinamitliyor, toplum yaşamımıza zarar veriyor’
şeklinde feveran içinde olan muhteremlerin derdi ne?
En etkili karşı çıkış
argümanı ile başlayalım: ‘Sözleşme eşcinselliğe teşvik ediyor!’
30 sayfalık metinde
eşcinsellikle ilintili olarak yalnızca bir ifade var; farklı eşitsizlik öğeleri
sıralanırken, “cinsel yönelim” ifadesi de geçiyor.
Toplumda farklı cinsel
yönelime sahip insanlar var mı? Var. Ne yapalım, onları kentin en yüksek
binasına çıkarıp aşağı mı atalım? Tedavi mi edelim? Fizyolojilerini mi
değiştirelim? Belirli bir nitelik taşıyan insanlar ya da insan toplulukları varsa onların kamusal olarak tanınma, eşit muamele görme hakları da vardır.
‘Sözleşme aile yapısını
dinamitliyor’ diyor muhterem zevat.
Neden?
Kamu otoritesine, kadın ve
erkek arasında eşitsizliğe ve ayrımcılığa vesile olan mevzuatı, erkek egemen
kültürü ve toplumsal bakış açısını değiştirme yükümlülüğü getirdiği için mi?
Kadını toplumsal bir
aktör olarak güçlendirip erkek egemen yaklaşımın kollarından kurtarmaya dönük
olduğu için mi? Kadını ikincil olmaktan çıkarmaya, ‘itaat et, rahat et’
adiliğinden sıyırmaya çalıştığı için mi?
Erkeğe geleneksel olarak
bahşedilmiş ayrıcalıkları ortadan kaldırmaya, kadınlar üzerinde sınırsız
tasarrufta bulunma hakkına halel getirmeye dönük olduğu için mi?
Kadın için bir tutsaklık
haline gelmiş kutsal aileyi her koşulda muhafaza etmeyi va’az etmediği için mi?
Sözleşme metni için:
https://rm.coe.int/1680462545
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil